Khor Virap Monastery in Armenia

Türkiye, İkinci Dağlık Karabağ Savaşının Azerbaycan lehine sonuçlanmasının ardından Ermenistan ile ilişkilerinde yeni bir sayfa açtı. Bilindiği üzere iki ülke arasındaki en önemli ihtilaflardan bir tanesi Dağlık Karabağ sorunuydu. Ermenistan’ın Hocalı’da yaptığı katliam ve Karabağ’a yönelik işgalci tutumu, o dönem Türkiye tarafından tepkiyle karşılanmıştı. 3 Nisan 1993’te Kelbecer’in işgaliyle birlikte de iki ülke arasındaki sınır kapıları kapatılmış ve diplomatik ilişkiler askıya alınmıştı.

Bugün Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ’daki topraklarının büyük bir kısmını işgalden kurtarması, Türkiye ile Ermenistan arasındaki bu ihtilafı ortadan kaldırdı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ilk adımıyla da Ermenistan ile normalleşmenin kapıları aralandı. Bu kapsamda geçtiğimiz ocak ayında iki ülkenin özel temsilcileri arasında Rusya’nın başkenti Moskova’da ilk toplantı yapıldı. Toplantıda, “tam normalleşme hedefiyle müzakereleri ön koşulsuz sürdürme” konusunda mutabakat sağlandı.[1]

Ancak her ne kadar Dağlık Karabağ ihtilafının ortadan kalkması, Türkiye ile Ermenistan arasındaki diplomasi kanallarının yeniden işletilmesi için yeterli olarak görülse de iki ülke arasında hâlâ gün yüzünde olan asırlık sorunların bulunduğunu unutmamak gerekir. Diplomatların “tam normalleşme hedefiyle görüşmelere ön koşulsuz devam etme” konusunda anlaşması, vatandaşların da bu konuda mutabık kaldığı anlamına gelmemektedir. Örneğin geçtiğimiz günlerde araştırma şirketi Gallup tarafından Ermenistan’da yapılan bir anket[2], normalleşme adımlarının kamu nezdinde tam anlamıyla karşılık bulmadığını açıkça göstermektedir. Ankete katılan 800 Ermenistan vatandaşından sadece yüzde 6.9’u Türkiye ile sınırların açılmasını tamamen desteklemektedir. Yüzde 54,6’sı ise sınırların kesinlikle açılmaması gerektiğini düşünmektedir. Yine Ermeni Profesör Ruben Safrastyan, Ermenistan Devlet Ajansı Armenpress’e[3] verdiği bir demeçte, modern Ermeni kimliğinin sözde “Ermeni soykırımı”, “Kars Antlaşması” ve “Dağlık Karabağ meselesi” üzerine inşa edildiğini; bu konulardan taviz vermenin Ermeni kimliğinden de taviz vermek anlamına geleceğini belirtmektedir. Safratsyan’ın sözlerinden de anlaşılacağı üzere yıllarca Türkiye ve Türk düşmanlığı politikasıyla yetiştirilen bir toplumun, normalleşme adımlarını hemen benimsemesi kolay değildir. Ayrıca Ermenistan içerisindeki radikallerin yanı sıra Diasporanın da normalleşme sürecini sekteye uğratabileceği göz ardı edilmemelidir.

Netice itibarıyla bugün “tam normalleşme” hedefiyle başlatılan bu süreç, pamuk ipliğine bağlı, çok kırılgan bir süreçtir. 2008-2009 yıllarında altyapısı oluşmadan başlatılan ve tarihe “futbol diplomasisi” olarak geçen süreçte olduğu gibi yine başarısızlıkla sonuçlanabilir. Bu nedenle iki ülke eğer kalıcı normalleşme konusunda samimiyse, hiç vakit kaybedilmeden yapılması gereken en önemli iş kamu diplomasisi faaliyetlerine ağırlık vermektir. Zira gelişen teknolojiyle “küresel köye” dönen dünyada kamuoyu, artık diplomasi sürecinin en önemli aktörlerinden bir tanesidir. Kamuoyunun rızası kazanılmadan, kapalı kapılar ardında hayata geçirilen bir politikanın uzun soluklu olması mümkün değildir.

Peki iki ülke kamu diplomasisi kapsamında neler yapabilir?

Kamu diplomasisinin yumuşak güç, diplomasi, kamuoyu (medya) ve sivil toplum gibi dört bileşen arasındaki kavramsal ilişkiye dayandığına dikkat çeken Muharrem Ekşi[4], buradan yola çıkarak kamu diplomasisinin, “Yumuşak güce dayanan, sivil toplum temelli, kamuoyu odaklı yeni diplomasi sanatı” olduğunu söylemektedir. Bu tanımdan hareketle, öncelikle yumuşak güç kaynaklarının tespit edilmesi gerektiği söylenebilir. Yumuşak güç kavramın isim babası Joseph S. Nye[5], kültür, siyasi değerler ve dış politika olmak üzere yumuşak gücün üç ana kaynağı olduğunu ifade etmektedir. Nye’nin de dikkat çektiği gibi kültür, en önemli yumuşak güç kaynaklarından bir tanesidir. Her ne kadar son yüz yılda Türkler ve Ermeniler arasındaki köprüler kopmuş olsa da öncesinde bu iki milletin asırlar boyu birlikte yaşadığı ve ortak kültürel özelliklere sahip olduğu bir gerçektir. Bu kapsamda iki milletin ortak kültürünün ön plana çıkarılması ve tarihteki kötü olayların aksine, güzel dönemlerin yeniden kamuoyuna hatırlatılması elzemdir. Ayrıca kültürün yanı sıra refah da önemli bir yumuşak güç kaynağı olabilir. Bu nedenle kamuoyunun ikna edilmesi adına şu günlerde iki ülke yetkilileri tarafından sıkça tekrarlanan “normalleşmenin ekonomik refah getireceği” yönündeki tez, atılacak bazı somut adımlarla desteklenebilir.

Yine Ekşi’nin tanımı üzerinden hareket edersek; kamu diplomasisinin en önemli sac ayaklarından bir tanesini sivil toplum teşkil etmektedir. Kamu diplomasisi faaliyetlerinde devletlerin yanı sıra devlet dışı kişi ve organizasyonların aktif rol üstlenmesi, sürecin daha başarılı bir şekilde işletilmesi açısından önemlidir. Bu kapsamda iki ülke, normalleşmeyi destekleyen sivil toplum kuruluşları ve kamuoyunda güçlü karşılığı olan kanaat önderlerini sürece dahil edebilir. Bu şekilde sivil toplum üzerinden yürütülecek faaliyetlerle, iki ülke arasındaki gönül birlikteliği daha kolay ve hızlı bir şekilde inşa edilebilir.

Kamu diplomasisi sürecinin başarıya ulaşması açısından bir diğer önem verilmesi gereken konu ise etkili iletişim stratejileridir. İki toplum arasındaki ortak kültürün ve geçmişteki güzel tarihi olayların görünür kılınması sürecinde medyanın rolü önemlidir. Bu nedenle etkili bir medya kuruluşu hayata geçirilebilir ve ortak dizilerle, sinema filmleriyle kalpler ve zihinler kolaylıkla fethedilebilir. Bilindiği üzere bunun en güzel örneklerinden bir tanesi 2004 yılında çekilen, yapımcılığını Türker İnanoğlu’nun üstlendiği Yabancı Damat dizisidir. Türkiye ile Yunanistan’dan iki gencin aşk öyküsünün ele alındığı bu dizi, yayınlandığı dönem hem Türkiye’de hem de Yunanistan’da deyim yerindeyse seyirciyi ekrana kilitlemiştir. Dizinin Yunanistan’daki yapımcısı Hristo Elmacıoğlu[6], 2006 yılında verdiği bir demeçte Yabancı Damat dizisinin ekrana geldiği saatlerde Yunanistan sokaklarının bomboş kaldığını belirtmiş ve dizinin neden çok tuttuğuna ilişkin yaptıkları araştırma sonucunda şu yanıtı aldıklarını söylemiştir;

“Yanıt çok ilginçti. ‘Kendimizi gördük’ diyorlardı. Babaya, dedeye saygı onları çok etkilemişti. ‘Türkler de bizim gibi. Avrupalılara benzemiyorlar’ diyorlardı. Sonuçta, orta halli bir Türk ailesi her hafta Yunanlıların evine girmişti. Özellikle Türkiye’den göç edenleri çok mutlu etti.”

Yabancı Damat dizisi örneği, ortak kültürün görünür kılınması açısından medyanın ne kadar kritik bir öneme sahip olduğunu açıkça göstermektedir. Nitekim yazının başında da ifade ettiğimiz gibi tek başına diplomatik faaliyetler, kalıcı bir normalleşme için yeterli değildir. Kalıcı ve sağlıklı normalleşmenin yolu, sivil toplum ve medyanın etkin rol üstlendiği kamu diplomasisi faaliyetlerinden geçmektedir. Tarih, bu iki komşu toplumun gönül birlikteliğini koparmış olsa da bu durum, gönüller arasındaki köprülerin bir daha inşa edilemeyeceği anlamına gelmemektedir. Önemli olan samimi, doğru ve istikrarlı bir strateji belirlemektir.

Kaynakça

[1] https://www.aa.com.tr/tr/gundem/turkiye-ve-ermenistan-muzakereleri-tam-normallesme-hedefiyle-on-sartsiz-surdurecek/2474044

[2] sozcu.com.tr/2022/dunya/ermenistan-halki-turkiye-ile-yakinlasmaya-karsi-6946672/

[3] https://armenpress.am/eng/news/1071729.html

[4] Muharrem Ekşi, 2018, “Kamu Diplomasisi ve AK Parti Dönemi Türk Dış Politikası”, Siyasal Kitabevi, s: 21.

[5] Joseph, S. Nye, 2005, “Dünya Siyasetinde Başarının Rolü: Yumuşak Güç”, Elips Kitap, s: 20.

[6] https://www.gazetevatan.com/magazin/turkler-bize-ne-kadar-cok-benziyor-82672

Ali Parim

Parim, Toplumsal Araştırmalar Merkezi Kurucu Üyesi ve TAM Akademi
Dergisi Editörüdür.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir